
Tophane limanında bekleyen kayıklar zamanı geldiğinde tüm bağlarından kurtulup, rüzgarın kopardığı hafif bir yaprak gibi suyun üzerinde aheste aheste yüzerdi. Birleşmesi imkansız devasa bir puzzle’a benzeyen girintili çıkıntılı kıyıları takip ederek ilerler, meraklı gözlere Boğaziçi’ni eşsiz bir açıdan keşfetme imkanı sunardı. İlk başta küçük körfezlere uzanmış balıkçı köylerinin mütevazı camilerinden yükselen minareler, orada burada otlayan, çobansız bir koyun sürüsü gibi yayılmış mezar taşları, salkım söğütlerin gölgelerinde kalmış, martıların müdavimi olduğu derme çatma iskeleler göze çarpıyordu. Nihayet ağaçlıklı tepeler göründüğündeyse heyecana kapılmamak mümkün değildi. Sadece yeşil ve tonlarının kullanıldığı natürmort bir tabloyu andırıyordu bu manzara.

Uzaktan bakıldığında türleri ayırt edilemeyen, sanki görevleri yalnızca yeşil kümeler oluşturmakmış gibi iç içe girmiş orman ağaçları, onların arasından sivrilen, gökyüzüne baş kaldırıp uzanan koyu renkli serviler ve bütün bu koreografiyi parmaklarının ucunda yükselmiş bir balerin zarafeti içerisinde, fıstık çamları tamamlardı.

Sonsuza kadar akıp giden kıpırtısız, ihtiyatlı bir nehre benzeyen bu görüntüyü belki de yalnızca bahar aylarında farklı görmek mümkündü. Cemrenin havaya karışmasıyla beliren mimozalar şen bir kahkaha gibi ortalığa saçılır, ardından onları; Boğaz’ın gerçek sahipleri erguvanlar takip ederdi. Gövdelerini dahi ele geçiren mor çiçekleri göz açıp kapayana kadar çevreyi sarar, tüm şahaneliğiyle insanı ağlatacak bir güzelliğe bürünürlerdi. Limanlardan aldıkları müşterileri, mesire alanlarına yetiştirmek için telaşlı telaşlı kürek çeken kayıkçılar; özellikle Aşiyan kıyılarında ellerinde olmadan yavaşlar, bir sonraki bahara kadar görmenin mümkün olamayacağı bu nefis manzarayı zihinlerine kazırcasına her defasında izleyip dururlardı. Evlerin bahçelerini dolduran badem, erik, kiraz gibi meyve ağaçları da erguvanların bu muhteşem hallerine gıpta edip ne kadar çabalasalar bile öyle güzel görünmeyeceklerini bildikleri halde yine de rüzgarda kolayca uçuşan toz pembe çiçeklerini gözler önüne sererlerdi.

Baharı selamlayan geçit töreni son bulduğu zamansa; birbiri ardınca çiçeklenen ağaçlar, yeşilin farklı tonlarına dönüşüp kabuğuna çekilir, sonsuza kadar sürecek gibi gelen derin bir sessizliğe gömülürdü. Ancak çok değil, bir süre sonra sarp tepelerin bittiği düzlüklere yayılmış katır tırnakları muzipçe baş gösterir, güneşte altın gibi parlayan sarı çiçekleri; bu geniş düzlüklere, görünmez eller tarafından şirin bir piknik örtüsüymüş gibi serilirdi. Onu takip eden aylarda gelincik, peygamber çiçeği, ballıbaba nevinden kır çiçekleri eksik olmaz, insanı bütün dünyevi endişelerin, tasa ve kederin çok uzağına bir yerlere, cennet bahçelerinden bir bahçeye götürürdü.

Kim daha şanslıydı bilinmez. Bu harikulade güzellikteki çayırlarda bütün gün dolaşıp çeşit çeşit çiçekler topladıktan sonra, yaydıkları örtülerin üzerinde piknik yapanlar mı? Yoksa çınarların gölgelerine kurulmuş, sonraları “Çınaraltı” olarak anılacak teraslı kahvehanelerde çubuklarını içerken uzun uzun seyre dalanlar mı?

O manzarada yaşayanları da unutmamak gerekir elbette. Renk renk ağaçların döküldüğü kıyıları itinayla süsleyen, içlerini saraylıların veya soyluların doldurduğu, birbirleriyle yarışan yalılar, irili ufaklı köşkler…
Tartışmasız Istanbul’un en şanslı sakinleri bu yazlık meskenlerin sahipleriydi. Dünya üzerinde Boğaziçi’nin eşi benzeri olmayan güzelliğiyle yarışabilecek yalnızca onlar vardı belki de. Pervazlarından beyaz güvercinlerin eksik olmadığı ahşap panjurlu pencereleri, çiçekten bir taç gibi binayı çepeçevre saran süslemeleri, mehtaplı gecelerde denizcilerin söylediği şarkıların kolaylıkla içeriye sızdığı küçük balkonları; kul yapısı olduğuna inanmayı oldukça güçleştirirdi. Binbir gece masalı gibiydi sanki ve güneş ışıklarını etrafa saçan parlak yapraklı manolyalar, bahçe duvarlarından dışarıya taşan mor salkımlar, insanın avuçlarını dolduracak kadar büyük çiçekler açan şakayıklar bu yanılsamayı daha da kuvvetlendirİrdi. Kalender meşrep bir ağabey edasıyla her daim istifini bozmadan kalabilmiş sedirlerse; bahçenin romantizmine kafa tutarcasına sere serpe yükselir, bu fantastik tabloya göz kulak olurdu.

Akşama doğru güneş tesirini yitirdiğinde baş döndürücü güzelliklerin arasından çıkıp gelen kayıklar; bu muhteşem yalıları geride bırakarak Göksu civarlarında iskeleye yanaşırdı. Uzun süredir beşikte sallanan bir bebek mahmurluğu içinde, yeryüzüne ayak basan yolculardan yükselen telaşlı sesler, birazdan katılacakları kalabalığın uğultusuna, havayı çok güzel bir kokuyla dolduran ıhlamur ağaçlarının hışırtılarına karışırdı. Günün son ışıkları da ufukta yanıp kül olurken o esnada, Türk müziğinin sakin mizaçlı besteleri yavaş yavaş duyulur, böylece bu güzel şenlik akşamı pembeleşen suların üzerinde tüm kaygılardan, tasalardan arınmış bir ruh gibi uçarak, yüzlerce yıl sonra bile insanın gözlerinin önüne gelecek kadar hoş bir hayale dönüşürdü.