Hızlı Git
Ginkgo Biloba’yı hayatımda ilk kez üniversitede bitkisel tasarım dersinde görmüş ve hayran kalmıştım, ilk görüşte aşk da diyebiliriz buna. Literatürü araştırıp okuyunca, tarihteki sürecini ve hikayesini öğrenince hayranlığım katlanarak arttı. Evet tam buraya dikkat edin dünyada buzul çağını ve dinozorları görecek kadar ikamet etmiş ve en az evrime uğramış bir ağaçtan bahsediyoruz, yaşayan bu fosile merhaba deyin.
Yaşayan Fosil Ginkgo Biloba’ya Yakından Göz Atalım
Yaşayan fosil yani ‘living fossil’ Darwin’in hala yaşayan ve çok az evrim geçirerek günümüze ulaşmış primitif organizmalar için kullandığı bir terimdir. Fosillerinden dolayı geçmişte dünyanın her yerinde çok farklı cinste mabet ağacı olduğu biliniyor. Günümüzde ise bu güzel ağacın yalnızca bir cinsi Çin’de doğal olarak yetişmekte. İşte bu ağaç Darwin’in “living fossil” dediklerinden sayılıyor. Botanikçiler Ginkgo Biloba’yı bitkiler alemi içinde Ginkgophyta diye adlandırdıkları farklı bir bölümde incelemektedirler. Bu bölümde sadece Ginkgo cinsi bulunmakta olup sadece Ginkgo Biloba türü günümüze kadar gelebilmiştir.
Bitki fizyolojisi olarak değerlendirecek olursak benim kendi bitki materyali ve botanik derslerinde öğrendiğim kadarıyla Ginkgo Biloba geniş yapraklı gibi görünen ancak iğne yapraklı ağaç özellikleri gösteren bir bitki olarak anlatılmaktadır. Çin ve Japonya’da budist tapınakların bahçelerinde sıkça kullanılmalarından dolayı mabet ağacı olarak da adlandırılmaktadırlar. Ve yine kendi aldığım derslerde öğrendiğim kadarıyla ağacın yaprak şeklinin fil kulağına benzemesinden dolayı mabet ağacı dışında fil kulağı da denilmektedir.
Adaptasyon gücü çok yüksek olmasından ve endüstriyel alanlara, hava kirliliğine, şehir koşullarına çok dayanıklı olmalarından dolayı bitkisel tasarımda yol ağacı olarak kullanımları çok yaygındır. Ancak olgunluk döneminde çıkan meyvelerinin çok kötü kokmasından dolayı bitkisel tasarımda dişi ağaçlar tercih edilmemektedir. Bu büyülü ağaçlar 30-40m boy yapabilmektedir. Çin’de bazı ginkgoların ise 50m’den fazla boy yaptığı görülmüştür.
Mabet Ağacının Tarih Yolculuğu
1960 senesinde Engelbert Kaempfer Hollanda Doğu Hindistan Şirketi yani Verenigde Oost-Indische Compagnie (VOC) ile Nagasaki’ye gidiyor ve burada mabet ağaçlarını keşfediyor. Hatta kendisinin kaleme aldığı Amoenitatum Exoticarum adlı kitabında mabet ağacı da var. Engelbert bu kitabını kaleme alırken Nakamura Tekisai tarafından hazırlanmış, içinde çok sayıda bitki ve hayvan tarifi ve çizimi olan, bir nevi resimli sözlük Kinmōzu’dan faydalanmış ancak mabet ağacını notlarına aktarırken latin harfleri ile ginkjo ya da ginkio olarak yazması gerekirken ginkgo yazdığı için bizlere kadar ismi ginkgo olarak gelmiş. Engelbert Hollanda’ya geri dönerken ginkgo tohumu da götürdüğü için buradaki Utrecht Üniversitesi botanik bahçesinde bulunan mabet ağaçlarının Asya dışına ekilen ilk ağaçlar olduğu da rivayetler arasında. Zamanla Ginkgo Biloba Avrupa’da yaygın bir yayılıma sahip olmuş.
1778 yılında bitki koleksiyoncusu William Hamilton Londra’dan getirdiği bir Ginkgo Biloba’yı Kuzey Amerika’da kendi bahçesinde yetiştirmeye başlamış. 20.yy’da ise ünlü mimar Frank Lloyd Wright’ın Amerika’nın bir çok kentinde peyzaj tasarım ve düzenlemelerinde bu ağacı kullanmasıyla ginkgonun şöhreti giderek artmış. Muhteşem görüntüsünün yanında hava kirliliği ve şehir koşullarına dayanıklı olması bunun en büyük etkisi olmuş elbette. Şöhreti yayılan bu güzel ağaçların daha önce de bahsettiğimiz gibi olgunluk dönemine girmesi ve kötü kokan meyvelerinin fark edilmesiyle beraber dişi ağaçların kullanılması son bulmuş. Ne olursa olsun mabet ağaçları neredeyse hiç bozulmadan günümüze kadar gelmeyi başarmış ve dünya tarihinin çok büyük şahitleri olmuşlardır.
Tüm bunların yanı sıra ginkgolar sanatta da yerini almış. Zarif dekoratif süslemelerin ön planda olduğu, kıvrımların ve bitkisel desenlerin sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımı olan Art Nouveau akımının ünlü takı tasarımcısı olan René Lalique tasarımlarında mabet ağacı yapraklarını çok fazla kullanmıştır.
Bu Aşkın Şahidi Ginkgo Biloba
Evet yanlış anlamadınız tarihte edebiyat dünyasına ismini altın harflerle kazımış ve bir aşka şahitlik etmiş hatta ve hatta bir şiire ilham olup ismini vermiş bir ginkgo biloba var. Kendisi Heidelberg Şatosu’nun bahçesinde ikamet etmekte olup bir zamanlar Goethe’nin yazdıgı ‘Ginkgo Biloba’ şiirine ilham olmuştur. Goethe şatonun bahçesinde yürürken hafızasını güçlü tutmak sebebiyle her gün ginkgo biloba yaprağı yermiş. Bir gezide tanıştığı ve aşık olduğu Marianne von Willemer ile kendisinin hikayesini de bu güzel ağacın yapraklarına benzetmiş. Ginkgo Biloba yaprağı bütünden ve aynı özden gelip bir araya gelemeyerek ikiye ayrılıyor tıpkı onlar gibi.. Gelin bu güzel şiire Senail Özkan’ın çevirisinden bir göz atalım1.
Şu ağacın yaprağı
Tadımlık, gizli bir mânâ verir,
Bilgeyi işte böyle sevindirir.
Canlı bir varlık mıdır bu?
İçten kendi kendini bölmüş.
Yoksa onlar iki güzîde midir,
Ki insan onları bir olarak bilir?
Böyle sorulara cevap vermek için,
Galiba doğru anlamı buldum:
Hissetmiyor musun şiirlerimde,
Tek ve çift olduğumu benim?
Atom Bombasından Sonra Gelen Mucize
6 Ağustos 1945’de Hiroşima’ya atılan atom bombası felaketini hepimiz biliriz. Bu felaketten yaklaşık iki yıl kadar sonra 4-6 Ginkgo Biloba ağacının gövdelerinden yeni filizler doğduğu görülmüş. Bombanın merkez üssünden yaklaşık yarım kilometre uzakta ise bir Ginkgo Biloba küllerinden yeniden doğmuş.
Buradan da görüyoruz ki benim de aşık olduğum ağaçtır diye her yerde anlattığım bu mucizevi ağaçlar hayatta kalmak için tüm insanlığa meydan okuyorlar. Keşke bu büyülü ağaçların konuşma yeteneği olsaydı da şahit oldukları bu tarihi süreçleri onların dilinden dinleyebilseydik. Bu güzel varlıklar biz yokken de vardılar ve belli ki dünya yok olana denk var olmaya devam edecekler..