Geleceğin Kentleri Üzerine: BLADE RUNNER (BIÇAK SIRTI)
  1. Anasayfa
  2. Mimarlık

Geleceğin Kentleri Üzerine: BLADE RUNNER (BIÇAK SIRTI)

0
Reklam Sponsoru

Günümüz dünyasının en önemli yönetmenlerinden olan Ridley Scott, bilimkurgu türünün özgün eserlerinden biri olan Bıçak Sırtı (Blade Runner) filminde, geleceğin kentleri ve toplumları hakkında ipucu vermekle kalmayıp geleceğe ne kadar yakın olduğumuzu göstermektedir.

Androidler Koyun Düşler mi? kitabı

Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler adlı eserinde vurgulanan fantastik doğa, mekân ve çevre tasarımıyla birlikte teknoloji ve gelecek kavramları ön plandadır. Bu tür eserler, insanın bilinmezliğe ve belirsizliğe olan merakını ve geleceği anlama isteğini besler. Bilimkurgu edebiyatının önemli bir bölümü, geleceği tasvir ederek günümüzü ve olası değişiklikleri öngörme çabasıyla şekillenir.

1960’larda, sinemadaki Fransız Yeni Dalga akımından etkilenen bazı bilimkurgu yazarları, türde yeni bir yol açar. James Graham Ballard, Brian Aldiss ve Ursula K. Le Guin gibi yazarlar, geleneksel gelecek tasvirlerini aşarak daha alegorik anlatılar oluşturur. Ballard’ın ifadesiyle, “asıl yabancı gezegen dünyamızdır”; eserleri insan doğasına ve yaşam deneyimimize odaklanır.

Asıl yabancı gezegen, dünyamızdır.

j.g. ballard

Bu yazarların eserlerinde, sınıf mücadelesi, toplumsal kontrol mekanizmaları, insan psikolojisi ve varoluşsal felsefe gibi birçok konu tartışılır. Belirsiz bir mekân ve zamanda geçen alegorik hikayeleriyle, yaşadığımız dünyanın yansımalarını sunarlar ve okuyucuları içsel sorgulamaya yöneltirler. Bu nedenle, dışsal bir bakış açısından ziyade içsel bir odaklanma ön plandadır ve iç uzayın derinlikleri daha fazla incelenir.

Tyrell Şirketi Merkezi binası, filmdeki ikonik yapılarıyla modern zamanlarda inşa edilen piramitleri anımsatırken, aynı zamanda betonlaşmanın yıkıcı etkilerini, doğal yaşamın yok edilmesini, bir zamanlar temiz olan havanın bozulmasını ve tahrip edilmiş çevrenin değişimini simgeler. Bu durumdan yola çıkarak şu noktalar üzerinde durulabilir: insanlar rahatça yaşam sürebilsin diye yaşanabilir bir çevre sağlanmalıdır, kentlerin kuruluşu ve gelişimi sırasında insanlar ve doğal yaşam ön planda tutulmalıdır.

Philip K. Dick’in Distopik Vizyonu: Androidler, Çevre Tahribatı ve İnsanlık İlişkisi

Bilimkurgu edebiyatının önde gelen isimlerinden Philip K. Dick’in eserlerinde Yeni Dalga‘nın etkisi belirgindir. Hem romanlarında hem de öykülerinde, insan doğasının temel unsurlarına dair derinlemesine sorular sormaktan çekinmez. Özellikle “insan nedir?” sorusunu sıkça gündeme getirir ve bu bağlamda, para hırsının ve kar amacının çevrenin öneminin göz ardı edilmesiyle nasıl çevresel tahribatlara yol açtığını vurgular. Dick, eserlerinde var olmayan çevre bilinci ve bu bilincin insanlık üzerindeki potansiyel etkilerine dair öngörülerde bulunur.

Dick’in unutulmaz eseri “Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?”, 1968 yılında yayımlanmış ve distopya türünün önemli örneklerinden biridir. Hikaye, Terminus adı verilen bir nükleer savaşın ardından dünyanın büyük bir kirliliğe sürüklenmesiyle başlar. Bu felaketin sonucunda birçok insan hayatını kaybederken, hayvanların nesli tükenmek üzeredir. Doğanın ve atmosferin kirlenmesi, Birleşmiş Milletler’in acil bir önlem olarak uzayı kolonileştirme çalışmalarını hızlandırmasına neden olur. Ancak uzay kolonizasyonu sırasında Rosen Şirketi tarafından üretilen gelişmiş Nexus-6 androidler, kendi programlarının dışına çıkarak yasadışı bir şekilde Dünya’ya geri dönerler.

Bu yazı da ilginizi çekebilir:  Çevresel Etki Değerlendirmesi

Romanın merkezinde yer alan kahramanımız Rick Deckard, kaçak androidleri bulup yok etmekle görevlendirilir. Bu görev, insan ile android arasında derin bir karşılaşma alanı oluşturur ve insanlığı insan yapan temel değerleri sorgular. Dick’in eseri, sadece bir bilimkurgu öyküsü olmanın ötesine geçerek, insanın doğası ve bilinci üzerine derinlemesine düşündürür.

Mimari Çeşitlilik ve Kent Ruhunun Korunması: Blade Runner’ın Roman ve Filmdeki Farklılıkları

Mekanlarda tarihi ve modern yapıların bir araya gelerek karma bir görünüm oluşturduğu durumlar sıkça görülür. Modern mimari, Art Noveau veya Barok tarzlarıyla tasarlanan binalar, kent dokusuna zarar verebilir ve aynılaşmaya neden olabilir. Bu durum, kentsel bozulmayı, kentin tarihi ve ruhunun kaybını ve yapı dönüşümlerini simgeler. Kentin ruhunu canlı tutmak için binaların etrafında ekolojik yaklaşımlar benimsenmelidir; aksi halde yaşadığımız yerler zamanla yaşanmaz hale gelebilir.

1982’de Ridley Scott’ın “Blade Runner” olarak sinemaya uyarladığı film ile roman arasında büyük benzerlikler olmasına rağmen, önemli farklılıklar da vardır. Romanda, yaşayan bir hayvana sahip olmak toplumda prestijli bir statü gerektirir. Deckard’ın androidleri yakalamadaki motivasyonu, bir gün canlı bir hayvana sahip olabilme arzusundan gelir. Elektronik bir hayvana sahip olmak onun için yeterli değildir; kendisini insan, yani canlı bir varlık olarak hissedebilmek için bu önemli bir motivasyon kaynağıdır. Film ise romanın bu hayvan-insan ilişkisine pek odaklanmaz. Oysa roman, bu ilişkiyi yaşam piramidinde bir hiyerarşi oluşturarak, çevremizdeki dünyanın yansımasını ve alegorinin önemini vurgular. Film ise daha çok Deckard ile Nexus-6 modeli androidler arasındaki mücadeleye odaklanarak bütünlüklü ve katmanlı bir yapı yerine bu mücadeleyi öne çıkarır.

Ekolojik yaklaşımların dikkate alınmadığını resmeden bir mimari çizim

Bir diğer önemli farklılık, romanın odaklandığı empati konusudur. Roman, yaşanan savaşın ardından dünyada yaygınlaşan Mercerism adlı teknoloji temelli bir inanç sistemine odaklanır. Bu inanç sistemi, savaşın insanlarda empati eksikliğine neden olduğu düşüncesi etrafında şekillenir. İnsanlar, “empati kutuları” adı verilen cihazlar aracılığıyla empati duygularını canlı tutarak vicdanlarını rahatlatır. Empati kutuları aynı zamanda insan ile android arasındaki ayrımı belirlemekte önemli bir rol oynar. Roman, sadece zeka ve yetenek gibi kriterlerin insan olmayı belirlemediğini, aynı zamanda empati, vicdan ve sevgi gibi temel duyguların da insanı insan yapan değerler olduğunu vurgular. Deckard ile Rosen Şirketi’nin ürettiği Rachael arasındaki karşılaşma, bu fikrin en net ifadesidir.

Filmin ise Mercerism’e ve empati kutularına yer vermediği görülür. İnsan olma kavramında deneyim, sevgi ve fedakarlık gibi çeşitli ögeleri ön plana çıkarır. Bu ögelerin androidler tarafından da sergilenebilir olması, insan ile android arasındaki ayrımı belirsizleştirir. Temel tartışma aynı olmasına rağmen, roman ile filmin bu konuya yaklaşımı ve sunduğu argümanlar arasında farklılık bulunur.

Bu yazı da ilginizi çekebilir:  Covid-19 Sonrası Kentler Nasıl Olacak? Pandemiden Alınan Kentsel Planlama Dersleri

Geleceğin Distopik Kentleri

Roman, terk edilmiş bir şehir olan San Francisco’da geçerken, film kent tasarımı olarak Los Angeles’i merkeze alır. Blade Runner’da tasvir edilen 2019 Los Angeles’i, temel olarak tutarsızlıkların şehri olarak tanımlanabilir. Şehir, bir bakıma iki farklı dünya gibi görünmektedir; üst kısımlar ile alt kısımlar…

Tyrell Şirketi’nin gökdeleni, gökyüzüne yükselen bir yapının en tepe noktasında yer alır ve mimari açıdan piramitleri andıran postmodern bir yapıya sahiptir. Bu bina, Aztek ve Maya kültürlerinin piramitlerini modernize edilmiş bir şekilde yansıtır. Mimari tarzı, insanlığın kapitalist idealleri uğruna fedakarlık yapmasını hatırlatır. Binanın en üstünde bulunan Dr. Tyrell, bir tür tanrısal figür olarak tasvir edilir, babaerkil bir lider veya yaratıcı olarak görülür. Onun hemen altında, gökdelenler ve çelik-cam yapılar gibi karakteristik olmayan, ağır ve ruhsuz yapılar, dünyayı kuşatmış gibi görünür.

Yere indiğimizde ise büyük bir karmaşa ve kaosla karşılaşırız. Tarihi yapılar ve eski şehir dokusunun izleri üzerine inşa edilen yeni yapılar, karmaşık ve tekinsiz bir manzara oluşturur. Kentte farklı mimari tarzlar bir arada kullanılarak, küresel bir dünyanın postmodern estetiği yaratılır. Mekanlarda, birbirinden farklı tarihsel mimari üsluplar üst üste ve yan yana kullanılır. Modern mimari, Art Nouveau veya Barok tarzları, kentteki değerleri taşıma açısından birbirine benzer hale gelir.

Filmin görsel felsefesi işlevsellik ve karmaşa üzerine kuruludur. Gerçek hayattan Los Angeles’in tanınmış yapılarından olan Bradbury Binası, Ennis Brown Evi ve Million Dollar Tiyatrosu gibi eserlerin yanı sıra, filmin çekimlerinin bir kısmı Warner Bros. stüdyolarında oluşturulan New York dekorlarında yapılır. Gerçek ve stüdyo mekanlarının bir arada kullanılması, farklı tarz ve stilleri bir arada sunma imkanı verir.

Fritz Lang’ın sessiz sinema döneminin klasikleri arasında yer alan Metropolis (1927) filminde, geleceğin kenti, o dönemin New York şehrinden ilham alınarak fütüristik mimari özelliklerle tasvir edilir. Filmdeki kent yapısı, Antonio Sant’Elia’nın çizimlerine ve yeni şehir önerilerine dayanarak şekillendirilmiştir. Sant’Elia, endüstriyel çağda bir kentin asıl amacının, hareketi mümkün olan en verimli şekilde kolaylaştırmak olduğuna inanır.

Geleceğin yeni kentleri için Sant’Elia, araç trafiği ve hız göz önünde bulundurularak üç farklı trafik seviyesi önerir: Yaya üst geçitleri, araçlar için yollar ve tramvaylar için raylı sistemler. Bu trafik seviyeleri, dikey asansör şaftlarıyla birlikte kentteki ana trafik arterlerini oluşturur. Sant’Elia ayrıca, bir kentin sürekli bir inşa halinde olması gerektiğini savunur: “Kent icat edilmeli ve sürekli olarak yeniden inşa edilmelidir.”

Sant’Elia’nın 1912-1914 yılları arasında yaptığı endüstriyel kent tasarımları, özellikle Metropolis ve Blade Runner gibi filmlerin kent tasarımlarını açıkça etkilemiştir. Her iki filmde de, Sant’Elia’nın tasarımlarına uygun olarak “geleceğin kenti” kurgulanmıştır. Nüfusun yeryüzündeki konutlara sığdırılamadığı düşünüldüğünde, dikey mimari kaçınılmaz bir seçenektir. Bu nedenle, gökyüzüne doğru uzanan çelik ve cam yapılar sıklıkla kullanılır.

Bu yazı da ilginizi çekebilir:  Land Art: Doğanın En Sanatsal Hali

Trafik sorununu çözmek için, yeraltı, yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere üç ayrı trafik kanalı sağlanır. Ancak, fütürist mimarinin bu yaklaşımı, önceki yüzyılın kentsel tasarım anlayışına dayanır ve tamamen uygulandığında, bir kentin hem tarihine zarar verebilir hem de iklim değişikliğini önleyebilecek tasarım ilkelerine uymaz. Bu nedenle, gerçek hayatta uygulanabilirliği sorgulanabilir.

Sınıfsal Çatışmanın Odağında Kent Mimarisi ve Çevre

Blade Runner’a bakıldığında bu tasarımların yanı sıra alanların bölümlenme biçimi de sınıf, statü ve sermaye odaklı bir şekilde bölümlenmiştir. Ayrıcalıklı insanların bulunduğu gökyüzündeki yapılar çok daha ferah, ışık alan, geniş bir hareket alanına imkân tanıyan bir mimari özelliğe sahipken, yeryüzünde ise dar, klostrofobik, sıkışık ve harekete imkân tanımayan hapishane benzeri iç mekân tasarımları göze çarpar. Dev elektrikli tabelalardan yansıyan parlak pembe ve kırmızı ışıkların sokakların karanlık yeraltı dünyasıyla oluşturduğu keskin karşıtlık, varlıklı sınıfın tüketim dünyası ile kapitalizme özgü kentsel yoksulluk ve emekçiliğin karanlık dünyası arasındaki uçuruma dikkat çeker. Görsel doku ve kent deneyimi bariz bir biçimde bu şekilde sınıfsal farklılığı da görünür kılar.

Blade Runner’a bakıldığında hem insanoğlunun temel varoluşsal tartışmalarını ortaya koyan felsefik bir boyutu olduğunu görürüz hem de film aslında geleceğin kent ve toplum tasarımlarına dair de bize önemli ipuçları verir. Kentlerin tasarımında genellikle işin profesyonellerinin geride kaldığı, yöneticilerin ihtiyaca binaen günü kurtaran çözümlerle sorunlara anlık müdahalelerde bulunduğu yapıların gelecekte yaratacağı kaos ve karmaşayı filmde görmek mümkündür. Sant’Elia ve benzeri tasarımcıların bahsettiği gibi kentleri her defasında yeniden kurgulamak mümkün olmadığı için kentler çoğu zaman eskinin üzerine yeni yaklaşımlar kazanarak inşa edilmeye devam eder. Bu da sürdürülebilir ve yaşanabilir kent tasarımlarından oldukça uzak; karmaşık, kaotik ve her şeyin üst üste bindiği eklektik tarzlara neden olur.

Blade Runnerda alt tabakanın yaşadığı bina simgesi Blade Runnerda üst tabakanın yaşadığı bina simgesi

Yaşanabilir Kentlerin Yaratılması

Romandan uyarlanan filmde gördüğümüz kent, sokaklar ve caddeler, kentsel tasarımın en önemli unsurlarından biri olan insan dostu çevreler, binalar ve sokaklar kavramlarına odaklanmamızı sağlar. Mimari açıdan incelendiğinde, eski zamanlardan kalma mimari yaklaşımlarla binaların inşa edilmesi, ekolojik dengenin bozulmasına yol açabilir. Örneğin, kurak bir iklimde yaşayan bir kentin fazla yağış almasına sebep olabilir veya bereketli topraklara ve iklime sahip olan bir kentin kurak ve cansız bir hal almasına neden olabilir. Bu nedenle, bu yüzyılın mimari yaklaşımında önemli olan noktalardan biri, her sınıftan insanın ve diğer canlıların, alçak kattan yüksek kata kadar yeşil alanlardan yararlanabilmesinin sağlanmasıdır.

Bununla birlikte, her kentte bulunan yeşil alanların, bina dikimi veya ekolojik yaklaşımı dikkate almayan peyzaj düzenlemeleri yerine, gelecek nesiller için korunması gerekmektedir. Bu yeşil alanlar veya ormanlar, şehirde yaşayan insanların kullanımına açık olmalı ve kentsel ısı adalarının oluşmasını engellemek için koruma altına alınmalıdır. Bu şekilde, kentlerin çevresel sürdürülebilirliği artırılarak, insanların yaşam kalitesi ve doğal denge korunmuş olacaktır.

Blade Runner kent maketi Ridley Scott Blade Runner kent tasviri

Yazı Kaynakları

Namık Kemal Üniversitesi mezunu Peyzaj mimarı ve Gezi tutkunu

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir