Hızlı Git
Yeni bir kent fikri yaratmak, bu fikri okumak ve anlatabilmek için geliştirilmiş en önemli yöntemlerden biri kentsel ütopyalardır. Ütopya kelimesi ilk kez 1516 yılında Thomas More tarafından aynı adla yazılan eserde kullanılmasına rağmen pek çok kişi tarafından ilk ütopya olarak Platon’un Devlet isimli eseri kabul edilmektedir. Tarihin farklı dönemlerinde yazılmış ütopyalar incelendiğinde, amacı gereği, ideali arayan her olgu gibi didaktik bir üslupla karşılaşılmaktadır. Bu durum, ütopyaların ancak bir takım ön kabuller ile algılanabileceği anlamına gelmektedir çünkü ütopyalarda kurgulanan ‘ideal’ genellikle toplumun bir bölümünün ülküsüdür.
Ütopyalarda din, aile, politika, sosyoloji gibi pek çok konuda kurgulanan ideal yaşam ögelerinin, zamandan soyutlanmış mekânlara yerleştirildikleri görülmektedir. Ütopyalarda var olan güçlü mekan algısı, kentsel ütopya kavramının ortaya çıkışındaki en önemli faktörlerden biridir. Fakat herkes için iyiyi istemek bir tehlike yaratmaktadır. Ütopyaların sıklıkla kullandığı ideal kelimesinin altında yatan bu tehlike, 1868 yılında İngiliz filozof John Stuart Mill tarafından distopya adı altında görünür kılınmıştır. Ortaya çıkış amacı verili düzenleri eleştirip daha iyisini çağırmak olan distopyalar için ütopyaların tersten okunması ya da eleştirel ütopyalar denilebilir.
Nail Bezel Yeryüzü Cennetlerinin Sonu adlı kitabında, Tanrı’ya meydan okuyan ideal yaşamlar olarak görülen ütopyalar ile ilgili şöyle der:
‘’Tanrı’dan iyisini yapmak ütopik bir duruş ise, Tanrı’dan daha kötü bir cehennem yaratmak da bir ütopya olabilir mi?’’ (1984)
Kentsel Ütopyalar
Kentsel ütopyalar yazarın kentlerden beklentileri ve umutları doğrultusunda sahip oldukları vizyonların anlatısıdır. Italo Calvino Görünmez Kentler isimli eserinde, “Diğer kentleri anlamak istiyorsam, farklılığını kavramak istiyorsam gizli bir ilk kentten yola çıkmak zorundayım.” diyerek, okuyucuyu ilk kent olgusu ile ilgili düşünmeye teşvik etmiştir. İlk kentin ortaya çıkış süreci düşünüldüğünde ise kent imgesinin ilk ütopya olduğunu düşünen Lewis Mumford’a hak vermek gerekir. Ütopyalar formları gereği zamansızlık ve daimi ideal olma iddiasını da bünyelerinde bulundururlar. Bu nedenle her zamana uyum sağlayabilecek ideal kentler tasvir ederler. Yazının devamında seçilen beş kentsel ütopya bu perspektif ile incelenmiştir.
Ütopya
Thomas More’un 1516 yılında yazdığı Ütopya isimli eseri mekânsal bir yaklaşımla incelendiğinde, toplumsal eşitçilik söylemlerinin mekânlarda somutlaştırıldığı görülmektedir. Ütopya isimli ada, aynı plan ile tasarlanan 54 kentten oluşmaktadır. Ütopya ’da sınıf ayrımı yoktur fakat suç işleyen kimseler köle olurlar. Yaratılan ütopyada tüm mülkiyet ortaktır, çocuklar ortak büyütülür, yemekler birlikte yenir ve ailelerin yaşadıkları konutlar on yılda bir kura yolu ile değiştirilir. Hayali adanın başkenti, her kentten ulaşıma elverişli olması açısından merkezdedir. Kentler kare formunda tasarlanmış ve birbirleri arasındaki ulaşım kolaylaştırılmıştır. More’un yarattığı ütopyadaki kent formunu, Kevin Lynch’in Kent İmgesi’nde bahsettiği kıstaslar açısından değerlendirecek olursak, tek tipliliğin hakim olduğu bu kentlerin basit bir biçimde kavranabilir olduğunu görebiliriz.
Ütopya’daki kentler işaret öğelerinden, sınırlardan, yollardan veya odak noktalarından yararlanılarak okunabilecek anlaşılmaya elverişli kentlerdir fakat bunun çeşitlendirilememesi sorunu, Ütopya’nın bir grubun ideali olmasıyla ilişkilidir. ‘’Kentsel görünümler; algılanması, hatırlanması ve zevk alınması gereken görünümlerdir.’’(Lynch, Kent İmgesi, 1960). Ütopya, vaat ettiği yaşantı ve anlattığı ideal kent formu ile sürekli aynılığı algılayan ve bundan zevk alan tek karakterli bireylerin, mekanların ve onların tekrarlarından oluşan bir kasvetin kelimelere yansımasıdır. More’un ütopyası için eşitlik adına özgürlükten vazgeçildiği söylenebilir. Ütopya bu yaklaşımdan uzaklaştırıp sadece bir kent formu olarak düşünülse bile bu ideal kent hiçbir zaman toplumun bütününü kapsayamaz.
Bahçe Kent – Geniş Kent – Işınsal Kent
Howard, Wright ve Le Corbusier’in yarattıkları ideal kent tasarımlarında; mekânı, bireyleri birleştirici bir unsur olarak devrimci bir biçimde yeniden oluşturdukları görülmektedir. Modern dönemin devrimci kent ustaları olarak da bilinen Howard, Le Corbusier ve Wright’ın kentsel ütopyalarında ekonomi, toplum fikri, politika gibi ortak meselelerin ele alındığı görülse de; üç tasarımcının uzlaşmadığı noktaların da bu meselelere bakış açıları kadar büyük önem taşıdığı saptanabilir. Her biri desteklediği söylemden yola çıkarak tasarladığı ütopyalarda kapsamlı fikirler yakalamışlardır.
Howard’ın Bahçe-Kent modeli ılımlı desantralizasyon ve kooperatif sosyalizm gibi kavramları mekânsal bağlamda somutlaştırmıştır. Howard otuz iki bin kişi ile oluşturulacak bu kentleri, kesintisiz bir yeşil sistem içerisinde o bölgede yaşayan topluluğun mülkiyetine verilmek üzere tasarlamıştır. Bahçe-kent, ideolojik olarak temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye geçişin de bir ön adımı olarak kendi kendine yetebilen, kompakt kentler olarak oluşturulmuştur. Howard’ın bahçe-kent planının (1898) ortaya çıkışı; dönemin Londra’sının sanayileşmesi, emek sömürüsü ve kırsal kesimden kente başlayan yoğun göçler gibi konulara bir tepki niteliğindedir. Büyük şehirlerde yaşanan ani nüfus artışı karşısında, halkın toprağa sahip olabildiği ve ekonomik olarak kendi kendini işleten bir sistem olarak değerlendirilen bahçe-kent kuramı; kentsel ütopyalara da yeni bir bakış açısı getirmiştir.
Amerikan desantrist (adem-i merkeziyetçi) hareketin sözcülerinden olan Wright, yönetimin yerelleşmesi fikrini Howard’dan farklı olarak kooperatif bir sosyalizmden bireyi esas alan bir algıya taşımıştır. Wright’ın kent planına bakıldığında Howard’da görüldüğünden daha organik bir kent formu okunmaktadır. Geniş-dönüm olarak nitelendirdiği ütopyasında, kenti dönümler üzerinden biçimlendirir. Wright’ın ütopyasında her birey en az bir dönüm toprağa sahiptir fakat Howard’dan farklı olarak bu birimlerin yakınlarında fabrika ve dükkânlar da bulunur. Kişiler zamanlarını hem tarlalarda hem de ofis, fabrika gibi yerlerde çalışarak geçirirler. Bu sistemi ise geniş bir yol ağı birbirine bağlar. Wright, kentin, dolayısıyla toplumun merkezinin gücünü kenti biçimlendirdiği dönümlere dağıtarak ideolojiyi de yeniden yapılandırır.
Işınsal Kent isimli ütopyada Le Corbusier’in bakış açısı ise, hem Wright’tan hem de Howard’dan oldukça farklıdır. Howard’ın kooperatif sosyalizme, Wright’ın ise bireyciliğe yüklediği kentsel formu; Le Corbusier, teknokrat bir yorum doğrultusunda örgütlenmeler ile biçimlendirmiştir. Wrigth ve Howard’ın yarattığı ütopyalara kentlerin yoğunluğu endişesi eşlik ederken, Le Corbusier yarattığı kentsel formu bu fikrin tersine kurgulamıştır. Mevcut kentlerin merkezlerinde var olan geniş alanların tamimiyle yok edilip cam ve çelikten yapılmış olan geometrik formdaki gökdelenlerin yerleştirilmesini önermiştir. Devasa gökdelenler yer aldıkları alanlardaki yönetim merkezleri olarak kurgulanmış ve içerisinde toplumun farklı disiplinlerden seçkinlerinin yaşamasını ön görmüştür. Toplumun geri kalanının ise çevredeki uydu-kentlere yerleştirilmesi fikri Işınsal Kent ütopyasının; Bahçe Kent ve Geniş- Dönüm ütopyalarından bireye bakış, toplumsal sınıflar, yönetim, ideoloji gibi konularda farkını ortaya koyar.
Üç düşünürün kentsel ütopyalarını birlikte düşüldüğünde dönemin önemli fikirlerinin farklı bakış açılarıyla yorumlanıp mekânsallaştırıldığını ve bu mekanların tersten okumalara da açık olduğu görülür. Fakat bu okumaların yapılabiliyor olması ve bu üç kent planının günümüzdeki kentlere ışık tuttuğu gerçeği bile bu kentlere ideal kent denmesi için yeterli birer sebep olamaz. Thomas More’un Ütopya’sında olduğu gibi bu kentsel formlar da toplumun tamamı için ideal olmaktan uzaktadır.
Yürüyen Kentler
1960’lı yılların avangart grubu Archigram, teknoloji üzerine kurulmuş gelecek düşlerini kendi tarzlarında ifade biçimleriyle kentlere yeni bir bakış açısı getirmiştir. “Tüketim toplumunun en yıkılmaz göründüğü bu yıllarda mimarlığın bir tüketim nesnesi olmadığını inatla savunan gelenekçi ‘consensus’a karşı; Archigram, kenti bile bir tüketim nesnesi olarak düşleyen kendi önerilerini getirecektir.‘’ (Özkuş, Mimarist, 18, 203). Grubun yarattığı kentsel ütopyaların biri de Yürüyen Kentler adlı çalışmadır. Ütopyanın geneline teknolojinin kentsel ihtiyaçları değiştireceğine ve bu değişimin sürekliliğine karşı ‘esnek’ kentler yaratılmasına dair bir inanç eşlik eder. Yürüyen Kentler ile ortaya atılan mekanların toplumsal, sosyal, ekolojik ve ideolojik meselelerden uzak salt mekânsal olarak kurgulandığını söylenebilir. Yürüyen Kentler’in kolaj, çizim gibi ifade metotları aracılığıyla tasarım ve mimarlık algısındaki devrimi ve cesaretini; kentsel formun kurgulanması fikrinden ayrı tutmak gerekir.
Nasıl sanayileşme ve I. Dünya Savaşı gibi olaylar ideal kent planlamasının tekrar yorumlanmasına yol açarak Howard, Wright, Le Corbusier gibi tasarımcıları harekete geçirdiyse; II. Dünya Savaşı da Archigram grubunun ve Yürüyen Kentler’in devrimci ve coşkulu dilinin fitilini ateşlemiştir. Yürüyen Kentler’in işlevsel ve formsal olarak zamandan bağımsız tasarlanması fakat yaratıcılarının ‘o’ zaman dilimi içerisinden söylemlerini oluşturmaları Yürüyen Kentler’deki tutarsızlığın en büyük sebebi haline gelmiştir. Bu noktada tutarsızlık ve olanaksızlığı karıştırmamak gereklidir.
Sonuç
Kentsel ütopyaların her birinde kent kavramına ve onu oluşturan bileşenlere yeni bir perspektif ile bakılır. Bu kentsel algının oluşması konusunda oldukça akıllıca bir yöntemdir. Kentleri okumak ve deşifre etmek konusunda ütopyalar, okuyucularına pek çok imkan vaat eder. Fakat kentsel ütopyalar bir kavram olarak düşünüldüğünde, bu ideal kentlerin her birinin ideal olma iddiası taşımasının altında yatan tehlike fark edilmektedir. Ütopyalar, ideal kentler yaratmak için kendilerinin zıttı fikirler ile onları destekleyebilecek bir altyapı sistemine ihtiyaç duyar. Bir başka deyişle distopyalara. Kentsel distopya kavramının gelişmesi ve yaygınlaşması bu noktada önem teşkil etmektedir.
Felsefe disiplininin de ortak bir problemi olan neyin iyi olduğuna nasıl karar verilir sorunsalı, ütopyaların neden hepimizin kentleri olamayacağının da cevabıdır. Neyin ideal olduğuna dair bir nokta atışı yapmayı hedefleyen ütopyaları, neyin ideal olmadığına dair tümevarımsal kurguların birleşmesiyle oluşan kentsel distopyalar ile beslemek ve çift yönlü çalışabilen sistemler yaratmak zaten ideal kavramına yeni bir bakış getirecektir. Bununla birlikte ideal kenti yaratma iddiası ile yüzyıllardır onlarca kentsel ütopya tasarlayan ve ideal mekanları arayan insan, yine kendi oluşturduğu akademik düzende kenti kurgularken ve sorgularken çizilmiş olan güvenli sınırın dışına çık(a)maz. Akademinin bu konudaki çekingenliği devam ettiği sürece 21. yüzyılın ütopyaları ne Wright gibi tutkulu bir söyleme ne de Archigram gibi devrimsel bir dile sahip olamaz.
”Son, başlangıçta gizliydi.”
Orwell, 1984
Kaynakça
- Bezel, N., (1984). Yeryüzü cennetlerinin sonu.
- Calvino, I., (1972). Görünmez kentler.
- Danışman, G., (2005). Ütopya, mimarlar, anti-ütopya, 18, 155-160.
- Fishman, R., (1982). Urban utopias in the twentieth century: Ebenezer Howard, Frank Lloyd Wright, Le Corbusier.
- Lynch, K., (1960). The image of the city.
- Mumford, L., (1961). City in history.
- Omay, M., (2009). Ütopyalar üzerine genel bir inceleme, Sosyoloji Dergisi, 18, 1-14.
- Orwell, G., (1949). 1984.
- Özkuş, B., (2005). ‘’Renkli rüyalar görmek’’: Archigram, Mimarist, 18, 200-211.
- Sevinç, A., (2005). İkinci Dünya Savaşı sonrası mimarlık hayalleri: ütopya eskizleri, Doktora tezi, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.
- Thomas, M., (1516). Utopia.
- Yüksel, Ü.D., (2012). Antikçağdan günümüze kent ütopyaları, İdeal Kent, 5, 8- 37.