Hızlı Git
Kent… Beton blokların ve cam cephelerin arasından rüzgârın güç bela süzüldüğü, sabah erken saatlerde binlerce ayak sesinin yankılandığı dev bir organizma. Ama bu organizma gerçekten yalnızca bize mi ait? Kaldırım taşlarının arasından boy veren inadına bir papatya, gece yarısı çöp bidonunun dibinde yiyecek arayan bir serçe, yağmur suyunu emip kış uykusuna hazırlanan toprağın altındaki solucan kolonisi; hepsi bu büyük oyunun görünmez ama vazgeçilmez oyuncuları. Tasarım masasında çizdiğimiz her çizgi, aldığımız her kesit, aslında onların hayatlarına da dokunuyor.
Belki de en büyük yanılgımız, kenti tamamlanmış bir proje olarak görmemiz. Oysa kent, sürekli güncellenen açık kaynak kodlu bir yazılım gibi. Bugün “versiyon 1.0”ı çiziyoruz, yarın iklim değişikliği yeni bir yama gerektiriyor, ertesi gün toplumsal dinamikler başka bir modül istiyor. Kodun içine arıları, toprak mantarlarını, yer altı su yollarını gömmek, belki de gelecekteki hatayı önceden düzeltmek demektir..

İnsan Ötesi Bir Kent Tahayyülüne Davet
Yıllardır “insan-merkezli tasarım” sloganını ezberledik; ergonomi ya da konstrüksiyon derslerinde oturma bankının yüksekliğini, sokak lambasının aydınlatma şiddetini, rampa eğimini hep “Homo sapiens” ölçütleriyle tarttık. Şimdi o cetveli biraz kenara kaydırma zamanı. Çünkü mekân, yalnızca bize tahsis edilmiş bir mülk değil; daha çok kiracısı olduğumuz ortak bir ekosistem. Beden ölçülerimizi referans alan modüllerle şekillendirilmiş kent, diğer türler için devasa bir labirente dönüşebiliyor. Geceleri yükselen ışıltılı gökdelen cepheleri, göç eden kuşlar için yanıltıcı bir yıldız haritası; yayalaştırdığımız bulvarlar, kirpilerin güvenli geçişlerini kesen geniş hendekler; kusursuz peyzaj çimlerinin altında dirençsiz, biyolojik çeşitlilikten arındırılmış bir ölü toprak bulunmakta..

İnsan Dışında Hiçbir Canlıyı Hesaba Katmayan Toplum Sözleşmesi Olur mu?
Soyut varlığı ile Toplum Sözleşmesine imza atanların listesinde insanlar var, ama diğer türler yok. Oysa arılar polen taşımasa çiçekler açmayacak, ağaçlar karbon tutmasa hava solunabilir olmayacak. Sözleşmeye aslında onlar da taraf, fakat yasal dili okuyamıyorlar. Bu durum, tasarımcıya beklenmedik bir rol yüklüyor: Ekolojik müzakereci. Yani toprağın, suyun ve sessiz canlıların lehine maddenin eklenmesini önermek. Çünkü kent ister istemez hukukî ve politik bir pratik: Birini korurken diğerini feda etmek anlamına gelebiliyor.
İstanbul’un ya da Ankara’nın metro ağını gösteren diyagramları bilirsiniz; renkli çizgiler, düğüm noktaları, aktarma istasyonları… Aynı diyagram, yer altındaki ağaç kökleri için de geçerlidir. Kökler bir istasyondan diğerine su ve besin taşırlar; mikorizal mantarlar hattın sinyalizasyon kabloları gibi bilgiyi diğerleri ile paylaşır; toprağın nemi, hattın enerji kaynağıdır. Şimdi bu kök hattının tam ortasına, su geçirmez beton bir otopark inşa ettiğinizde, sanki Marmaray’ın tünelini kesip atmak gibi bir şey yapmış olursunuz. İnsan ölçeğinde pek fark edilmeyen bu müdahale, yer altı ekolojisinde kesintiye, ağaçların kurumaya başlamasına ve kuşların yuvasını kaybetmesine kadar varan zincirleme aksaklıklara yol açıyor. Empati kurabiliyor musunuz? Ya dünyanın cehennemi haksızlık ettiğimiz bu varlıkların eşrefi mahlukat olduğu bir başka dünyada yaşamaksa?
Tasarım Etiğinde “Önce Zarar Verme” İlkesi Olabilir mi?
Tıptaki meşhur “primum non nocere” (önce zarar verme) ilkesini, kentsel tasarım pratiğine de uyarlamak mümkün. Soru şu: Yeni bir meydan tasarlarken, mevcut toprak profilini bütün olarak sıyırmak yerine bölgesel olarak koruyabilir miyiz? Ya da dere yatağını beton bir kanala dönüştürmeden, mevsimsel taşkınları absorbe edecek taşkın çayırları planlayabilir miyiz? Bu, romantik bir ekoloji manifestosu değil; tam tersine, iklim krizine adaptasyon stratejisinin en rasyonel yolu. Çünkü doğayı korumak, aynı zamanda gelecekte pahalı altyapı tamirlerinin önünü almak demek.

Şehrin sokak lambalarını LED’lerle değiştirmek enerji verimliliği açısından harika görünüyor. Peki ışığın tayfı (renk spektrumu) değiştiğinde, gececi güvelerin navigasyon sistemi nasıl etkileniyor? İnsan için biraz daha güvenli hissedilen o parlak mavi beyaz ışık, güveler için ölümcül bir tuzak. Yönlerini şaşırıp dairesel bir pervane gibi lamba etrafında dönüyor, enerjilerini tüketiyor ve sonunda ölüyorlar. O güve, bir sonraki sabah parkta yumurtadan çıkacak mavi baştankaranın kahvaltısı olacaktı. Zincir orada kopuyor ve güve bir sokak lambasının altında ölüp asfalta düşüyor… Küçük bir LED seçiminin, uzak bir ekolojik halkanın zayıflamasına sebep olabileceğini kavramak, tasarım empatisinin başlangıç noktası.
Atalardan Gelen Merhametli Mimari: Taşa, Ahşaba ve Mitlere İşlenen Şefkat
Kentlerimizi insan‑ötesi varlıklarla yeniden barıştırmaya çağırırken, aslında tekerleği yeniden icat etmiyoruz; yalnızca atalarımızın neredeyse unutulmuş mirasını hatırlıyoruz. Osmanlı’nın “kuş köşkleri”, Selçuklu kervansaraylarının kemer başlarındaki hayat ağacı kabartmaları, mezar taşlarında zarifçe kıvrılan lale ve karanfil motifleri… Bunların her biri, insan dışındaki canlıların da “kent sakini” sayıldığı tarihsel bir şefkat sözleşmesinin taş, tuğla ve ahşapla yazılmış maddeleriydi.

Mitolojimiz de bu kolektif merhametin sözlü hafızasıdır. Dede Korkut destanlarındaki Simurg kuşu, gölgesini paylaştığı her canlıya şifa dağıtır; Oğuz Kağan’ın rüyasında gördüğü gök kurdu, yalnızca yol göstermez, sürünün zayıf bireylerini de korur. Anlatılar, öteki türlerle aramızda kutsal bir sözleşme olduğunu fısıldar: Senin yaşamın benimkini tamamlar, ben de seni gözetirim.
Ne var ki bugünün kentlerinde aynı inceliği nadiren yakalıyoruz. Dinozorlardan oluşan tema park bir gösteri dekoru, apartman cephesine yapıştırdığımız saksı bir pazarlama aksesuarı oluveriyor. Kuşlara sunduğumuz yuvalar Instagram fotoğrafı için; kedilere bıraktığımız bir kap su, sosyal sorumluluk raporuna dipnot. Yani şefkat, politize edilmiş bir vitrine dönüşüyor; özündeki karşılıksız merhameti kaybediyor.
Anadolu kültüründe her ağacın, her pınarın, her dağın bir “koruyucu ruhu” olduğu inancı canlıydı. Yöresel efsaneler, kutsal sayılan ardıçların gölgelerinde yapılan dilek törenlerini anlatır. Modern seküler kentler bu metafizik bağı zedeledi; ama tasarımcı, bu kadim empatiyi bilimsel dayanakla yeniden yorumlayabilir. Örneğin, kuraklığın pençesindeki İç Anadolu’da yağmur duası yerine yağmur bahçeleri kurmak, modern bir “çevresel dua” gibidir: Suyla toprağı buluşturur, yer altı rezervlerini besler, sitenin otoparkına su basmasını engeller. Böylece efsane, hidrolojik döngüyle buluşur.
Mekânsal Adaleti Kuşlar ya da Böcekler için de Sağlayabilir miyiz?
Peki, teoriyi pratiğe nasıl tercüme edeceğiz? Bir parkla bir konut arasına çizdiğimiz bahçe duvarları, sadece güvenlik bariyeri değil; aynı zamanda kirpiler için geçilemez bir duvar. Oysa basitçe zemine 15 cm’lik geçitler bırakmak, hem güvenliğin korunmasına hem de gececil faunanın hareketine izin verebilir. Yaya akslarını planlarken göçmen kuşların iniş–kalkış koridorlarını hesaba katmak, çatılarda yağmur suyu göletleri ve vejetasyon adaları kurarak böceklere mikro habitatlar sunmak artık lüks fikirler değil; değişen yönetmeliklere hızla giren yükümlülükler. Yalnızca 50-100m uçabilen kelebek gibi canlılar için yeşil koridorların, çatı bahçelerinin ya da yaşayan duvarların önemini düşünebiliyor musunuz?

Türkiye’de ekosistem hakları henüz anayasal bir statüye sahip değil. Ancak bazı inisiyatifler, ağaçları “kent sakini” olarak tanımlayan örnek yönergeler yayımladı bile. Tasarımcının burada yapması gereken kent hukukunu ya da soyut toplum sözleşmesini kendisinin yenilemesidir. Nasıl ki engelli rampaları önce birkaç duyarlı mimarın inisiyatifiyle yaygınlaştı, bugün de biyolojik geçitler aynı süreci bekliyor. Suyun, toprağın, rüzgârın masada temsil edilmesi, çoğu zaman yönetmelik zorunluluğundan değil, tasarımcının etik ısrarından filizleniyor.
İklim Krizi Bağlamında Kentlerin Kırılganlığı
Bir yanda rekor sıcaklıklar, diğer yanda ani sel baskınları. Kentin sert zeminleri yağmur suyunu ememiyor, kentsel ısı adası etkisi geceyi kavurucu kılıyor. İşte insan ötesi haklar tam da bu noktada insanı yeniden merkeze alıyor: Toprak gözenekli ise taşkın suyu içiyor; ağaçlar terleme yoluyla havayı serinletiyor; kuşlar ve böcekler zararlı haşere popülasyonunu dengeliyor. Başka türlerin haklarını tanımak, aslında kendi varlığımızı sigortalamak anlamına geliyor.
Bu satırları okuduğunuzda belki ofis penceresinden şehir manzarasına bakıyor, güneş kırpışırken beton çatıları seyrediyorsunuz. Kendinize küçük bir görev verin: Camı açın ve beş dakikalığına gözlerinizi kapatın. Duyduğunuz ilk sesin sahibi kim? Bir sığırcık mı, rüzgârın çınlattığı ağaç hışırtıları mı, yoksa araç kornası ya da bir inşaattan gelen rahatsız edici o ses mi? O titreşimleri üst üste bindirirseniz, kentin fon müziğini işitirsiniz. Bestecisi biz değil, bütün canlılardır. Tasarım, işte bu orkestraya yeni enstrümanlar eklemek değil; var olan ahengi bozmadan aralardaki sessiz notalara saygı göstermek demektir.

Bir sonraki proje paftasını hazırlarken ağaçların taç izdüşümlerini “gölge saatleri” ile çakıştırın; yaz aylarında kullanıcıları serinletecek doğal pergolaları keşfedeceksiniz. Çocuklar için EPDM Dökme Kauçuk kullanmak yerine geçirimsiz yüzeyi azaltıp toprakla teması artırın; çocukların bağışıklık sistemi toprağın bakterileriyle tanışsın hem de ekonomik olsun. Yapay çim yerine karışık çiçekli çayır kullanın; hem peyzaj bütçesi düşer hem de arılar şehrin polen haritasını genişletir. Gördüğünüz gibi, ekolojik duyarlılık tasarım kalitesini düşürmez, aksine ayrıntıyı zenginleştirir.
Gelecek Hepimizin..
Kuranı Kerim’de “eşrefi mahlukat” olarak belirtilen insanoğlu, acaba yine farklı ayetlerde çokça bahsedilip kötülenen kibre kapılıp, dünyanın yalnızca kendisi için yaratılmış olabileceği fikrine kapılmış olabilir mi?
Andolsun Biz, Âdemoğlunu bir çok meziyetlerle donatarak öteki bütün canlılardan, hattâ meleklerden bile üstün konuma getirdik; ona havada, karada ve denizde yolculuk yapma imkân ve yeteneğini bahşettik; onu tertemiz nîmetlerle rızıklandırdık ve yarattığımız varlıkların pek çoğundan üstün kıldık. O hâlde, bütün bunlara rağmen, insanın Allah’tan başkalarına kulluk etmesi, nankörlük ve cehâletin doruk noktası değil midir? Ve böyle bir nankörlüğün cezası, Hesap Gününde hüsrana uğramaktan başka ne olabilir?
İsra Suresi 70. Ayet Kuran’ı Kerim
Bugün bize düşen; Kuş Köşkü, Hayat Ağacı gibi kayıp nüansları “nostaljik motif” diye vitrine koymak değil; onların ardındaki etik kimliği çağımıza uyarlamak. Binalarımıza çivili kuşkonmaz dikenlerinden koyacağımıza, onların binalarımızı daha iyi mekanlar haline getirebileceği çözüm önerileri düşünmemiz gerekir. Atalarımızın merhametli detaylarını güncel malzeme ve yönetmeliklerle yeniden örmek, özünde mimarinin kadim hafızasını canlandırmaktır: Taşın, toprağın ve tasarımın paydaş olduğu o eski adil sözleşmeyi güncellemek… Böylece geçmişin şefkatiyle geleceğin kent direncini aynı dikiş izinde buluşturabiliriz. Üstelik kim bilir, belki bir serçe yine saçak altında güvenle uyuyabildiğinde, biz de kendimizi yaşadığımız kente daha çok ait hissederiz…

Bu yazıyı da burada noktalarken seni de bu açık kaynak projeye katılmaya davet ediyorum. Bir sonraki peyzaj tasarımında, çim kenarına iliştirdiğin tohum topuyla bir kelebek göç yolunu besleyebilirsin. Belki kaldırdığın tek bir bordür taşı, minik bir karıncanın kolonisine nefes borusu açar. Küçük iyilikleri biriktirmek, kentsel peyzajı insan ötesi varlıklarla birlikte iyileştirmenin en kolay yolu gerek..
Bundan sonrası senin kaleminle, çizginle ve belki de yüreğinle şekillenecek. Kentin sesini dinle; orada duyduğun her tını, başka bir canlının hakkını fısıldıyor olabilir…